motor fuarı ve sazlıdere barajı -ocak 2009-

Biliyorsunuzdur ki memleketimizde çeşitli motosiklet fuarları düzenleniyor. Üç dört sene önce başlayan bu fuar olayı yok iki ayrı fuar idi, yok ÖTV idi, yok kriz idi derken yıldan yıla sönükleşerek devam ediyor. Fekat ne kadar sönükleşirse sönükleşsin, uzakta olmaları ve motorla gidilmesi bakımından kısa gezintiler için bahane teşkil ediyor (motosiklet fuarına motosikletle gitmek, çok hoş deyil mi?). Biz de efenim, bu ay birincisi düzenlenen bu fuara gitmeye karar verdik. Planımız sabah sekizde buluşup dokuz gibi fuara gitmek, bir iki saat fuarda takıldıktan sonra o civarda taşa toprağa girebileceğimiz bi yerler bulup enduro yapmak ve tabi ki mümkünse sucuk yemek... Netekim saat dokuz buçuk gibi fuar girişine vardık. Fakat girişte bir gariplik var, ortalıkta hiç motosiklet yok. Normalde ziyaretçilerin park ettikleri bissürü motor olması lazım... Sonra elimizdeki davetiyeye baktık, bir de ne görelim efendim, fuar saat birde başlıyormuş!.. Peheeyyy, daha üç buçuk saat var!.. İhtiyatsızlığımıza bir süre hayıflandıktan sonra yeni bir plan yaptık. Daha doğrusu eski planı ters çevirdik. Telefondan gogıl meps'e girip yakınlarda nereye gidebiliriz diye baktık. Küçükçekmece gölünün kuzeyinde Sazlıdere Barajı, ve onun çevresinde arazi ve ormanlık alanlar gördük. Ve efendim, sonrasında fuara dönmek üzere yola koyulduk, ver elini Sazlıdere!...

Sazlıdere Barajı, Sazlıdere Köyü'nün bitişiğinde.
Köyün içinden geçip barajın üzerinden köprü
şeklinde ilereyen caddenin ismi pek hoş:
"Değermihiç Caddesi".










Faruken keşif gezisinden "motorla geçilemez" haberiyle
dönerken Memo yine daha önce bin kere yaptığı aynadan
fotoğraf numarasını gerçekleştiriyor.


















Yol motorla geçilemez halde, çünkü üç dört
metrelik bir yarla sonlanıyor. Fekat bu bizi
yıldırıyor mu? kattiyyen hayır,
bilakis sevindiriyor.

















Bu defa ıslak oduna kalmamak için köydeki bakkaldan sucukla
birlikte mangal kömürü ve çıra da aldık. Fekat bu kez mesele
ıslak odun değil, hızlı rüzgara siper için dizdiğimiz ıslık taşlarmış
meğer ki. Islak taşlar ateşi yedikçe patır patır patladılar. Allahtan
bisküvi gibi gevrek ve hafif taşlardı bunlar da can ve mal kaybı yaşanmadı.
















Ateşçibaşı Faruken'in emekçi elleri.











Yine sucuk, hep sucuk, daima sucuk.


















---
Şimdik efenim, burada bir kaç fotoğraf eksik. Neden? Çünkü onları hiç çekmedik. Çünki endurocu değil gibi olduğumuz kadar belgeselci değil gibi de olduğumuzdan ziyaretimize gelen çobanın fotoğrafını çekmemişiz. Evet, biz ateşle uğraşırken teee gölün öbür ucundan bir adam yürüye yürüye yanımıza geldi. Elinde bir portakal kasası, yüzünde kanlar. Kasayı yakmamız için bize getirmiş. Gözüm kanadı dedi. Türkmenistan'dan geldim, iki ay oldu dedi. Geyikçi değil gibi de olduğumuz için adamla çok muhabbet edemedik. Kanayan yere kağıt yapıştırmış. Su verdik, kanları yıkadı, kalanını da içti. Yapıştırmaya yeni kağıt istedi verdik. Sigaret istedi, yoktu veremedik. Sonra adam gitti. Adam gidip sürüyü gölün tee karşı tarafına götürmüşken ve biz ateşi közlendirmiş sucukları yiyorken birden kafamıza dank etti 'ulan niye adama sucuk vermedik' diye. Belli ki yeterince sosyal gibi de değildik. Sonra baktık ki adamın durduğu tarafa gölün diğer tarafından yol var. Kalan sucuğu ekmek arası yaptık, dönüşte ona vermek üzere o yola saptık. Fakat uzaktan yol gibi gözüken yol suyun iki metre üstünde otuz santim eninde patikaya dönüşüverince devam edemedik. Sucuk ekmek bizde kaldı. Elde fotoğraf olmayınca da bütün bunları kuru kuruya lafla anlatmak kaldı. Söz uçar yazı kalır demişler, fekat galiba aslında söz tek başına kalıyor, yazı gelince söz uçuyor, fotoğraf gelince yazı uçuyor, video gelince de fotoğraf uçuyor. Ya da değil, bilemiyorum...
---













Süpersonik çamurlar. Arka teker öyle güzel sağa sola
kayıyor ki anlatamam yani...








Ve beklenen son! Memo motoru deviriyor!..
Deneyim böyle bişey işte, insan 'ohoo, böyle
çamura çok girdim, ne ki bu' dememeli,
beklemiş su birikintisinin altındaki çamurun
kaygan yosunla da kaplı olabileceğini hesaplamalı.









Atlar, filler ve motosikletler...
Üçünü de yatay görüyorsanız
bir sorun var demektir...















Çamur enduroya da yakışıyor, endurocuya da bilader...


















Memo ummadığı şekilde kaygan çıkan çamura
o kadar şaşırıyor ki motoru kaldırmak için köyden
traktör falan çağırmak zorunda kalacaklarını
düşünüyor. Motoru el birliğiyle bir hamlede
kaldırıverince de seviniyor haliyle...









Geri dönerken, Faruken'in gidişte
görmüş olduğu araba mezarlığında
durduk. İçeri girip fotoğraf çekmek
istedik ama hem yanımızda sadece
cep telefonlarının zottirik fotoğraf
makineleri vardı, hem de bekçi amca
bizi pek hoş karşılamadı. Biz de
dışardan baktık sadece.














Resmin üzerine tıklayıp büyüterek yeşil tabelayı
okursanız buralarda yabancıları pek sevmediklerini
anlıyacaksınız zaten.










Faruken cep telefonu kamerasıyla da
olsa sanat yapmayı beceriyor.



















Fuarın girişi.
(Bir insan ya kel olmalı ya da tam saçlı.
Kelinin üzerinde iki tel saç kalanlar azap
çekmeye mahkumdurlar...)










Fuarın girişindeki kafe.
(Bir insan saçlarını ya bağlamalı ya hiç
bağlamamalı. Saçı hem bağlı hem dağınık
olanlar azap çekmeye mahkumdurlar)










Eski çopırcı Faruken, hoşlaştığı bir harleyi
yakından inceliyor.











Fuar, dediğim gibi gayet sönüktü. Fekat bir iki
ilginçlik de yok değildi yani. Misal bakınız süper
bir arazi aracı. Amfibi gibi de sanki. Sekiz
tekerleği var, iki araba dört de motosiklet eder.









Üstelik bu süper araca palet de
takılabiliniyor. Yani tank oluyor, greyder
oluyor, gerekirse panzer oluyor.










Bu da BMW'nin bir kros motoru. Ne yazık ki bu
model motorların avuç içi kadar depoları ve kalas
gibi seleleri oluyor. Yani bunla kendimi dağa taşa
vurayım deseniz bir de bunu dağa kadar götürecek
bir kamyonet almanız lazım. Ya da daha iyisi dağda
bir ev olacak, yanında garajı, kah motoru söküp
takarsın kah odun kesersin, geyik avlayıp domates
yetiştirirsin. Evet ideal hayat bu olsa gerek...







Fuarda pek yeni model yok. Yine aynı
KTM'ler aynı R 1200 GS'ler. Arada tarz
olarak bizi pek ilgilendirmeyen ama
tasarım olarak gayet hoş motorlar da var.

















-Bir araba!
-Bir kamyon!
-Bir traktör!
-Hayır! Bu bir ATV!..

















Bu da Dakar'a giden Türk takımının motoru.
Evet, her sene burda. Evet, her görüşümde düz
suratını garipsiyorum, yan tarafındaki oluğun
işlevini mervk ediyorum. Evet, hoşlaşıyorum.





















Soldaki de üç teker, sağdaki de üç teker.
Soldaki önde iki teker, sağdaki arkada iki teker.
Soldaki son teknoloji, sağdaki ilk teknoloji.
Soldaki duvara dikilmiş, sağdaki bir platformda ha babam dönüyor.


















Çamur endurocuya yakışıyor yakışmasına da, çamurlu endurocu
tiril tiril fuarın kırmızı halılarına yakışıyor mu, ondan emin değilim...


























Fuarın en güzel taraflarından biri de çok güzel, çok çekici, çok alımlı şeyler olması... Eeem,
skutırlar, atvler filan olması yani...



Memo gider ayak hayalindeki motosikleti
buluyor. O bir kros! O bir KTM!
Üstelik alışıldık KTM'lerin
dörtte bir fiyatına!..

















Çıkışta bir de baktık hava kararmış. Park etmiş
motorlar bu havada daha bir romantik oliyorlar...











Aha! Kırmızı bir XL 200! Memo'nun eski
motor!.. Hey gidi günler be, ilk üzerine
bindiğinde nasıl da at gibi kişnemişti, nasıl da
gazı verdikçe kaplan gibi kükrüyordu!.. Peki ya
şimdi?.. Şimdi o bir sivrisinek... Yakışıklı ama haa...









Faruken sanat yapar da Memo yapamaz mı?
Helbette yapar, aha işte...











Romantik motor, romantik Faruken.











Ve romantik bir fuar bitimi.
Karanlıkta, trafik saatinde ve yorgun bir halde
eve gitmek gözümüzü korkuttuysa da sahil yolu
bizi fazla yormadan eve kadar getirizledi.

















Evet çamur enduroya çok yakışıyor ama Memo
yine de yıkaması için motoru otoparkçıya teslim
ediyor. Ali Usta'ya gittiğinde motor bakımsız diye
tekrar azar işitmek istemiyor zira...